2547 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 6 Kasım 1981’den bugüne YÖK, üniversitelerin toplumsal sorunlara mesafeli duracak şekilde konumlandırılması görevini üstlenmiş; hiyerarşik, baskıcı ve otoriter yapısıyla siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki kontrolü için kullanışlı bir araç olmuştur. YÖK’ün kuruluşu, doğası gereği özgür olması gereken üniversitelerin özerkliğine yapılan bir darbe olarak önümüzde durmaktadır.
Neoliberalizm ile Türkiye’de devlet ve devlet kurumları yeniden yapılandırılırken YÖK, üniversitenin piyasaların ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesinin aparatı olmuştur. Küresel ölçekte artan rekabet koşullarına göre “üniversitelerin yeniden yapılandırılması” hükümet ve sermaye çevreleri için önemi artan bir ihtiyaç haline geldi. YÖK bu süreçte üniversitelerde piyasa odaklı dönüşümün yukarıdan müdahaleler ile hızlandırılmasında önemli rol oynadı. Rekabet kavramı etrafında akademik ölçütlerin yerine ekonomik ölçütler ikame edilirken, bilgi üretimi ekonomik bir tarife büründürülerek toplumsal yarar rafa kaldırılmıştır.
2006 YÖK Strateji Raporu’nda üniversiteleşme oranının düşük olması sorunsalı, iktidarın siyasi ihtiyaçlarıyla örtüşmekteydi. “Her şehre bir üniversite” mantığıyla üniversitelerin sayısı artarken ortaya çıkan nitelik problemleri göz ardı edildi. Üniversiteler iktidarın kontrol mekanizmalarına dönüştürülerek; üniversiteyi üniversite yapan değerlere yapılan saldırılarla, kadrolaşma ve yozlaşmanın önünü açıldı. Gitgide otoriterleşen iktidar, etki alanını artırarak bu süreçten kazançlı çıktı.
Sonuç olarak niteliğin bir kenara bırakıldığı 2010 sonrası ivmelenen piyasalaşma sürecinde “performans değerlendirmesi”, “mali esneklik”, “çok kaynaklı gelir yapısı”, “kalite” gibi kavramlar etrafında “Üniversitelerin Yeniden Yapılandırılması Çalışmaları”nı hızlandıran YÖK’ün 2016 yılında akademisyenler için “Akademik Teşvik İkramiyesi” düzenlemesini uygulamaya koyması nitelik ölçümleri, performansa dayalı kriterler, bilgi üretimi, çalışma ve istihdam koşullarında dönüşüme sebep oldu. Araştırma görevlilerinin esnek ve güvencesiz istihdam biçimi olan 33/a ve 50/d sorunu bir denetim mekanizması olarak kullanılmaktayken, 15 Temmuz darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL ve KHK rejimi üniversitelerin köklü dönüşümüyle devam eden süreci hızlandırdı.
11 Ocak 2016 tarihinde 1128 akademisyenin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla imzalamış oldukları bildiriye karşı, iktidar, cadı avıyla cevap verdi. 2 yıl süren OHAL dönemi ve KHK rejimi üniversitelerin yıllardır kurgulanan yeniden yapılandırılması için bulunmaz fırsattı. 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL sürecinde 32 KHK çıkarılarak çoğunluğu Barış İçin Akademisyenler olmak üzere 5904 akademisyen, 1408 idari personel üniversiteden ihraç edildi. Geçen 8 yılda Barış Akademisyenleri türlü hukuksuzluk ve eziyetle mücadele ederken, mahkemeler Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımadığı için görevlerine dönmeleri hala engellenmektedir.
Üniversiteler içerisinde görmezden gelinen idari ve teknik personelin varlığını yükseköğretim istatistiklerinde dahi yok sayan YÖK, bugün onların “ayrımcılığa maruz kalma”, “tayin hakkı” ya da düşük ücret” sorunlarına çözüm üretmekle değil, performans ve angarya baskısını nasıl kurumsallaştırabileceği planları yapmakla yetinmektedir.
Çeşitli kanun düzenlemeleri ile sözleşmeli ve güvencesiz çalışma koşulları yaygınlaşırken, “üniversite-sanayi iş birliği”, “teknoloji transfer ofisi”, “kalite yönetimi”, “atama yükseltme kriterleri” gibi değişikliklerle üniversiteyi üniversite yapan değerlerden adım adım uzaklaşılmıştır.
29 Ekim 2016 tarihinde 676 sayılı KHK ile rektörlük seçimleri kaldırılarak rektörleri atama yetkisi doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verildi. Rektörler artık üniversite bileşenlerine, akademik ve bilimsel özgürlüğe ya da kamuya karşı bir sorumluluk taşımıyor, tek yükümlülükleri “Ankara” ile aralarını sıkı tutmak ve Cumhurbaşkanına sadık bir personel olmaktan ibaret. Yükseköğretim Kanunu’nun verdiği aşırı yetkilerle donatılan rektörler disiplin soruşturmaları, 13/b-4 maddesiyle görev yeri değişikliği adı altında sürgün, norm fazlası bırakma yoluyla tasfiye, mobbing, kayırmacılık, kadrolaşma pratikleriyle bir taraftan iktidarın ihtiyaç duyduğu itaat kültürünü hayata geçirirken, diğer taraftan yükseköğretim kurumlarının içini boşaltmaktadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu çoklu kriz ortamında yaşam koşulları her gün daha da zorlaşırken siyasal iktidarın temel hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamaları nefes almayı dahi güç duruma getirmektedir. Fakat tüm bu zorbalığa karşın, iktidar toplumsal rızayı inşa edememekte ve hegemonyasını pekiştirememektedir. Yükseköğretimin Kurulu aracılığıyla üniversitelerin kamuyla olan ilişkisi üzerinde yaratılan büyük tahribata, itaat kültürüyle hakikatin değersizleştirilmesine rağmen; mücadele edenler, topluma karşı sorumluluk taşıyanlar dayanışma pratiklerini sürdürmekte, direnmeye devam etmektedir.
Üniversitelerde yaşanan sorunlara ilişkin tespit ve önerilerimiz;
Akademik özgürlüğün siyasi-ideolojik saldırılar sonucu ayaklar altına alınması bugün üniversitelerin yaşadığı sorunların temel nedenlerinden biridir. Üniversitelerde akademik özerklik ve bilimsel özgürlüğün tesis edilmesi için gerekli koşullar derhal sağlanmalıdır.
Üniversitelerin yönetim mekanizmalarının hızlıca demokratik ve katılımcı yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Üniversiteler, Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektörler tarafından değil, üniversite bileşenlerinin ortak iradesiyle seçilen kurullar eliyle yönetilmelidir.
Rektörlerin aşırı yetkilerinden birisini düzenleyen 2547 sayılı kanunun 13-b/4 maddesi iptal edilmeli, bu madde ile rektörlerin akademik ve idari/teknik personeli keyfi biçimde sürgün edebilmesi, görev yerini değiştirebilmesi engellenmelidir.
Devlet ve vakıf üniversitelerinde 50/d, 33/a ile istihdam edilen araştırma görevlileri arasında görev ve haklar açısından yapılan her türlü ayrımcılık engellenmeli, araştırma görevlilerinin 50/d ile istihdamına son verilmeli, güvenceli istihdam temel alınmalıdır.
35. madde ile görevlendirilen araştırma görevlilerinin uğradığı her türlü mobbing ve ayrımcılığa son verilmelidir.
Hak ettikleri kadroya atanmayı bekleyen, doçent unvanı almasına rağmen doktor öğretim üyesi ya da doktor araştırma görevlisi olarak istihdam edilen ya da profesörlüğü hak etmesine rağmen alt kadrolarda istihdam edilen öğretim elemanlarının kadro talepleri karşılanmalıdır. Kadro sorunları bekletilmeden çözülmelidir.
Üniversitelerdeki idari ve teknik personel görmezden gelinmekte, ağır biçimde ayrımcı uygulamalara maruz kalmaktadır. Görev tanımları bilinçli şekilde muğlaklaştırılmakta “amirin verdiği diğer işler” gibi ifadelerle angaryaya dönüştürmektedir. Bu tip uygulamalardan vazgeçilmelidir.
Lojman, servis hizmetleri, yemekhane ve sosyal tesislerin kullanımında kısıtlamalara ve ayrımcılığa son verilmeli, hangi kadro ve unvanda olursa olsun tüm üniversite personelinin bu hizmetlerden eşitçe yararlanması sağlanmalıdır.
İtibardan tasarruf etmeyen iktidar kamu kaynaklarını sermayeye, tarikat ve cemaatlere aktarmaktadır. Kamuda tasarruf tedbirleri ile zaten yetersiz olan üniversite bütçelerinde daha fazla kesintiye gidilmektedir. Oysa kamusal eğitim, siyasal iktidarın ve bir bütün olarak devletin ekonomik ve demokratik talepleri karşılaması için zorunlu bir koşul; eğitim hizmetinin herkes için eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını ifade eden bir kavramdır.
Bugün üniversitelerde başta ulaşım hakkı olmak üzere beslenme, barınma, kreş gibi sosyal haklar gasp edilmektedir. Bu nedenle birçok üniversitede servis hizmetleri durma noktasına gelmiştir. Neredeyse tüm üniversitelerde yemekhane ücretlerine sürekli fahiş düzeyde zam yapılmakta, beslenme hakkı yok sayılmaktadır. Eğitimin tüm kademelerinde bütçe payı arttırılmalı, üniversitelerde ulaşım, beslenme, barınma ve kreş hakkı ücretsiz olarak sağlanmalıdır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığının sokakta, evde, işte derste yani yaşamın her alanında yeniden üretildiği ve yaşandığı ülkemizde, kadına ve çocuğa karşı şiddet, istismar ve cinayetler her geçen gün katlanarak korkunç boyutlara ulaşmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması sendikamızın en önemli taleplerinden birisidir. Sendikal eğitimlerimizin tümünde “toplumsal cinsiyet eşitliği” konusu anlatılmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu aracılığıyla uluslararası sözleşmelere atılan imzaların gereğini yapmalı, toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi tüm kademelerde ve üniversitelerin tüm bölümlerinde ders olarak okutulmalıdır.
İktidarın kültürel hegemonya yaratma projesinin odak noktası eğitim alanıdır. Bir taraftan üniversiteler siyasi-ideolojik saldırıların hedefi haline getirilirken diğer taraftan üniversiteler tarikat ve cemaatlerin cirit attığı dinci, gerici yapıların odağı haline getirilmektedir. Demokratik, bilimsel, laik, cinsiyet eşitlikçi bir eğitimin hayata geçmesi toplumun geleceği açısından asıl unsurdur.
Yükseköğretime ayrılan bütçeler yetersizdir! Üniversitelerde özgürce akademik faaliyet yürütebilmenin en temel koşullarından birisi yeterli kamusal finansmanın sağlanmasıdır.
Demokratik üniversite fikrinin önündeki en temel engellerden birisi olan Yükseköğretim Kurulu kapatılmalı ve üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayacak, demokratik, katılımcı ve çoğulcu modeller hayata geçirilmelidir.
Belirtmek isteriz ki artık tek başına YÖK’ün kaldırılması yetersizdir. Onun bugüne kadar yerleştirdiği bu düzenin köklerinden sökülüp atılması gerekmektedir. Ancak, üniversitelerin yeniden özgürlüklerine kavuşabilmelerinin ve insan, toplum, doğa yararına faaliyet gösterebilmelerinin yolu, tam da bugüne kadar uygulanan politikaların terk edilmesiyle mümkün olabilecektir.
Eğitim Sen olarak insan, toplum ve doğa yararına bir üniversite ve demokratik yaşam koşullarını hayata geçirmek için ortak ve güçlü tutumumuzun hayati önemini belirterek, üniversiteler akademik özgürlüğün, demokrasinin, düşünce ve ifade özgürlüğünün mekânları olana kadar, üniversitelerde iş güvencesi, kamusal finansman hayat bulana kadar mücadelemizi sürdüreceğimiz bilinmelidir.
Eğitim-Sen